Muvazaa Nedir? TBK m.19 Kapsamında Açıklamalı Rehber

muvazaa nedir

Muvazaa Nedir? Türk Borçlar Kanunu'na Göre Tanım

Günlük yaşamda sıkça karşılaşılan ama çoğu zaman fark edilmeyen bir hukuki durumdan söz ediyoruz: muvazaa. Kimi zaman mal kaçırma amacıyla, kimi zaman ise üçüncü kişileri yanıltmak için taraflar arasında gerçek iradeyi yansıtmayan işlemler yapılır. İşte bu tür durumlar, Türk Borçlar Kanunu’nun 19. maddesinde tanımlanan muvazaa kapsamına girer.

Hukuki açıdan muvazaa; iki veya daha fazla tarafın, görüntüde geçerli olan bir hukuki işlem yaparken, gerçekte farklı bir irade taşımasıdır. Başka bir ifadeyle, dış dünyaya beyan edilen sözleşme veya işlem ile tarafların gerçek niyeti arasında bir uyumsuzluk söz konusudur. Bu uyumsuzluk, genellikle üçüncü kişileri aldatmak amacıyla ortaya çıkar.

TBK m.19’un Lafzi Yorumu

Türk Borçlar Kanunu m.19 şöyle der:

“Tarafların, üçüncü kişileri aldatmak amacıyla aralarında gerçek iradelerine uymayan bir işlem yapmaları hâlinde, bu işlem muvazaalı sayılır ve hükümsüzdür. Tarafların gerçek iradelerine uygun şekilde düzenledikleri gizli işlem ise, şekle bağlı kalınması koşuluyla geçerlidir.”

Bu hükümden açıkça anlaşılacağı üzere, Kanun iki ayrı hukuki sonuç doğuran durumu tanımlar: muvazaalı işlem ve bu işlemle birlikte var olan gizli (gerçek) işlem. Muvazaalı işlem kesin hükümsüz sayılırken, gizli işlem—eğer geçerlilik şartlarını taşıyorsa—hukuki sonuç doğurabilir.

Muvazaanın Temel Unsurları

Bir hukuki işlemin muvazaalı sayılabilmesi için üç temel unsurun bir arada bulunması gerekir:

  1. Görüntüdeki işlem ile gerçek irade arasında fark olması

  2. Tarafların bu farklılığı birlikte ve bilinçli şekilde oluşturmuş olması

  3. Bu işlemin üçüncü kişileri yanıltma amacı taşıması

Yani yalnızca görünüşte işlem yapmak değil, aynı zamanda bu işlemin ardında bilinçli bir aldatma amacı bulunması gerekir. Bu yönüyle muvazaa, sıradan şekil eksikliklerinden veya irade bozukluklarından ayrılır. Hukukun, işlemlerin “görünüşüne” değil, “gerçek içeriğine” odaklandığı bir alanı temsil eder.

Muvazaanın Tarihçesi ve Hukuki Kökeni

Her hukuk kavramı, sadece yazılı metinlerden değil, tarihsel ve toplumsal ihtiyaçlardan doğar. Muvazaa da bu kapsamda, insan ilişkilerinde görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrımı hukuken düzenleme ihtiyacının bir ürünüdür. Kavram, ilk olarak Roma Hukuku’nda şekillenmiş, daha sonra kıta Avrupası sistemleri aracılığıyla Türk hukukuna taşınmıştır.

Roma Hukuku’ndan Modern Sisteme Geçiş

Roma Hukuku’nda muvazaa benzeri uygulamalar, “simulatio” kavramıyla ifade edilmekteydi. Bu terim, tarafların dışa karşı yaptıkları hukuki işlemin, gerçekte taşıdığı anlamdan farklı olduğunu anlatıyordu. Erken dönemlerde bu tür işlemler, genellikle mirasçıları dışlamak veya borçtan mal kaçırmak amacıyla kullanılırdı.

Orta Çağ’da da muvazaa, sözleşme serbestisi ilkesi içinde zamanla daha fazla tartışılır hale geldi. Özellikle Alman ve Fransız hukuk sistemlerinde, görünüşteki işlemin geçersizliğini ve gerçek iradeye uygun işlemin geçerliliğini kabul eden ikili yapı benimsendi. Bu yaklaşım, Türk Borçlar Kanunu’nda bugün gördüğümüz çift yönlü değerlendirme sisteminin temellerini oluşturmuştur.

Türk Hukuk Sisteminde Muvazaanın Gelişimi

Türk hukukunda muvazaa kavramı ilk kez 1926 tarihli Borçlar Kanunu’nda açıkça yer aldı. Ancak uygulamada bu kavram, daha önceki Mecelle döneminde de bilinmekteydi. “Sûret ve hakikat ayrılığı” şeklinde tarif edilen durumlar, dönemin İslam hukuku yorumlarında da karşılık bulmuştu.

1926 Borçlar Kanunu, İsviçre Borçlar Kanunu’ndan esinlenerek oluşturulmuştu ve muvazaa düzenlemesi de bu sistemden alınmıştı. 2011 yılında yürürlüğe giren yeni Türk Borçlar Kanunu'nda ise 19. maddeyle bu düzenleme güncellenmiş ve daha sistematik bir hale getirilmiştir.

Bu tarihsel süreç, muvazaanın sadece hukuki değil, ahlaki ve toplumsal bir mesele olduğunu da gösteriyor. Çünkü her muvazaa, yalnızca iki taraf arasında değil, çoğu zaman bir üçüncü kişiyi ya da kamu düzenini doğrudan ilgilendiren sonuçlar doğurur.

Muvazaa ile Gerçek İrade Arasındaki İlişki

Bir hukuki işlemin geçerliliği, yalnızca tarafların imzasına değil, gerçek iradelerinin beyan edilen işlemle örtüşmesine bağlıdır. Hukuk sistemi, görünüşe değil, özü yakalamaya çalışır. İşte tam da bu noktada, muvazaa ile irade arasındaki kopukluk gündeme gelir.

Taraflar bir sözleşmeye imza atabilir; ama bu imzanın ardında yatan asıl amaç, çoğu zaman o sözleşme metninde yazılandan farklı olabilir. Görüntüde borç devri, gerçekte ise sadece hacizden mal kaçırmak... Bu tür işlemlerde, hukuk dışa yansıyan beyana değil, tarafların gerçek niyetine odaklanır.

İrade Beyanı ve Görünüş Teorisi

Hukukta irade beyanı, bir kişinin bilinçli olarak hukuki sonuç doğuracak bir açıklama yapmasıdır. Ancak bu beyanın ne ölçüde samimi olduğu, bazen yalnızca içerikle değil, beyan edilen şekil ile amaç arasındaki tutarlılıkla ölçülebilir.

Görünüş teorisi, hukuk güvenliği adına karşı tarafa yansıyan beyana itibar edilmesini savunur. Ancak muvazaa hallerinde bu teori, gerçek iradenin ortaya çıkarılması lehine esnetilir. Çünkü görünüşle gerçek arasındaki mesafe, üçüncü kişileri aldatacak boyuttaysa, hukuk bu aldanmayı korumak yerine düzeltmeyi tercih eder.

Taraflar Arası Güven ve Hukuki Dengenin Önemi

Her sözleşme, taraflar arasında belli düzeyde bir güven ilişkisine dayanır. Ancak muvazaalı işlemler, bu güveni dışlayarak, tamamen manipülasyona dayalı bir irade ilişkisi kurar. Taraflar aralarında farklı bir plan yapmış, bunu da üçüncü kişileri yanıltacak şekilde sunmuşlardır. Bu durum, yalnızca bireyler arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda hukuki düzenin bütününü zedeleme potansiyeli taşır.

Bu nedenle hukuk, sözleşme özgürlüğünü tanırken, onun kötüye kullanılmasını engellemek adına görünüşün arkasındaki gerçeği araştırmaktan çekinmez. Muvazaa bu bağlamda yalnızca özel hukuk açısından değil, hukuk güvenliği ve kamu düzeni bakımından da önemli bir mesele haline gelir.

Mutlak ve Nispi Muvazaa Arasındaki Farklar

Muvazaa, tek tip bir hukuki hile değil; farklı amaçlara ve sonuçlara göre sınıflandırılabilir. Bu sınıflandırmada en temel ayrım, mutlak muvazaa ile nispi muvazaa arasındadır. Her iki durumda da taraflar dışa karşı gerçek iradelerini gizlemektedir; ancak bu gizlemenin arkasında ne olduğu, sınıflandırmayı belirleyen asıl unsurdur.

Tanımlar ve Temel Ayrım Noktaları

Mutlak muvazaa, tarafların gerçekte herhangi bir hukuki işlem yapmak istemedikleri halde, dış dünyaya karşı sanki böyle bir işlem yapılmış gibi bir görüntü oluşturmalarıdır. Örneğin, hiç borç ilişkisi olmayan iki kişinin sırf üçüncü bir kişiyi yanıltmak için düzenlediği borç senedi, mutlak muvazaaya tipik bir örnektir. Bu tür işlemlerde, görünüşteki sözleşmenin arkasında gerçek bir irade ve işlem yoktur.

Buna karşılık, nispi muvazaa durumunda taraflar, görünüşteki işlemle alakasız başka bir işlemi hayata geçirmiştir. Yani bir işlem yapılmıştır, fakat bu işlem görüntüdeki değil, arka planda kararlaştırılan gizli işlemdir. Örneğin, satış gibi gösterilen bir sözleşmenin aslında bağış olması, nispi muvazaanın tipik bir örneğidir.

Uygulama Örnekleriyle Kıyaslama

Gerçek yaşamda bu iki tür muvazaa çoğu zaman farklı hukuki sorunlara yol açar. Mutlak muvazaada işlem tamamen hükümsüz sayıldığından, herhangi bir hukuki sonuç doğurmaz. Nispi muvazaada ise gizli işlem, kanunen geçerli şekil şartlarına uygunsa ayakta kalabilir. Bu fark, özellikle mirastan mal kaçırma, alacaklıyı zarara uğratma ya da tapu işlemlerinde sıkça karşımıza çıkar.

Yargı, bu iki muvazaa türü arasında ince bir çizgi gözetir. Zira görünüşteki işlemle gerçek niyet arasındaki fark, işlemin geçerliliğini doğrudan etkiler. Hâkim, somut olayın detaylarına bakarak, hangi tür muvazaa ile karşı karşıya olunduğunu tespit etmek zorundadır.

Muvazaa Türleri ve Hukuki Geçersizlik Durumları

Muvazaa kavramı, uygulamada tek bir biçimde karşımıza çıkmaz. Tarafların niyetleri, işlem türleri ve aldatılmak istenen kişilerin konumlarına göre farklı şekillerde tezahür eder. Bu farklar, yalnızca teorik anlamda değil; işlem geçerliliği, dava süreci ve tarafların hak kaybı açısından da belirleyici öneme sahiptir.

Tam Muvazaa

Tam muvazaa, çoğu zaman taraflar arasında yapılan ama gerçekte hiç doğmamış bir işlemin var gibi gösterilmesidir. Bu tür muvazaa işlemlerinde, görünüşteki sözleşmenin ardında hiçbir gerçek hukukî ilişki bulunmaz. Taraflar, işlemi sırf dışarıdan bir izlenim yaratmak için yapar.

Örnek: Bir borçlunun, haciz tehdidi altındaki taşınmazını sahte bir satış sözleşmesiyle yakın bir akrabasına devretmesi ve karşılığında gerçekte herhangi bir bedel alınmaması.

Bu gibi durumlarda işlem baştan itibaren geçersizdir. Hatta bu geçersizlik, tarafların aralarındaki gizli iradeye rağmen ileri sürülebilir. Yani mahkeme, işlem hükümsüz olduğu için taraflar bile bu sözleşmeye dayanamaz.

Kısmi Muvazaa

Bazı işlemlerde yalnızca sözleşmenin bir bölümü gerçeği yansıtmaz. Buna kısmi muvazaa denir. Sözleşmenin temel yapısı doğru olabilir; ancak bedel, vade ya da taraflardan biri ile ilgili bazı bilgiler gerçek dışı olabilir.

Örnek: Bir taşınmaz satış sözleşmesinde, tapuda gösterilen satış bedeli 100.000 TL olarak yazılmışsa da gerçekte 300.000 TL alınmış olabilir. Buradaki muvazaa, yalnızca bedel unsuruna ilişkindir.

Kısmi muvazaa, tamamen geçersiz sayılmak yerine, çoğu zaman sadece muvazaalı kısmın hükümsüzlüğüyle sonuçlanır. Ancak bu ayrım, şekil şartlarının ihlal edilip edilmediğine göre değişebilir.

Üçüncü Kişiyi Aldatmaya Yönelik Muvazaa

Muvazaanın en karmaşık ve hukuk sisteminin en duyarlı olduğu biçimi, üçüncü kişileri hedef alan muvazaalı işlemlerdir. Bu tür muvazaa doğrudan alacaklıları, mirasçıları ya da devleti aldatmak amacıyla yapılır.

Örnek: Bir kişinin borçlarını ödememek amacıyla malvarlığını, görünüşte bir satışla başkasına devretmesi ve bu kişinin aslında malları iade etmeyi kabul etmesi.

Bu tür muvazaa genellikle alacaklıları zarara uğratma kastıyla yapıldığından, hem hukuki hem de cezai sorumluluk doğurabilir. Özellikle miras bırakanların, sağlığında mallarını mirasçı dışı kişilere görünüşte satışla devretmesi, Türk yargısının yakından takip ettiği konular arasındadır.

Uzman Görüşü: Prof. Dr. Rona Serozan’ın Değerlendirmesi

Muvazaa konusunu Türkiye’de en derinlemesine ele alan isimlerden biri merhum Prof. Dr. Rona Serozan’dır. Serozan, muvazaalı işlemleri değerlendirirken şu ifadeyi kullanır:

“Görünüş, hukukun ilgi alanı olabilir; fakat hukuk, hiçbir zaman görünüşe teslim olmamalıdır. Muvazaa, görünüşün ardındaki hakikati görebilen hukukçunun sınavıdır.”

Bu bakış açısı, muvazaa davalarında yalnızca teknik kurallara değil, olayın özünü ve tarafların niyetini doğru okuyabilme becerisine dayanan bir yargı pratiğini zorunlu kılar.

Muvazaalı İşlemlerin Geçersizliği ve Hukuki Sonuçlar

Hukuki işlemler açısından en temel ilke, taraf iradesi ile işlem içeriğinin örtüşmesidir. Bu denge bozulduğunda, özellikle muvazaalı işlemlerde, hukuki sonuçlar da bu bozulmaya paralel olarak şekillenir. Çünkü muvazaa, yalnızca tarafları ilgilendiren bir “anlaşma” değil, üçüncü kişilerin güvenini ve kamusal düzeni de zedeleyebilecek bir yapıdır.

Yokluk, Hükümsüzlük ve Butlan Kavramları

Bir işlemin geçersizliği, hukukumuzda farklı terimlerle ifade edilir: yokluk, kesin hükümsüzlük (butlan) ve iptal edilebilirlik gibi. Muvazaalı işlemler, bu sınıflandırmada genellikle “yok hükmünde” kabul edilir.

Özellikle tam muvazaa söz konusuysa, işlem baştan itibaren geçersiz sayılır. Böyle bir sözleşme, yapılmamış sayılır; taraflar ona dayanarak hak iddia edemez, üçüncü kişiler de bu işleme dayanarak hukuki çıkar elde edemez. Ancak bu kesin hükümsüzlük hali, yalnızca görünürdeki işlem için geçerlidir. Gizli bir işlem varsa ve bu işlem şekle uygunsa, geçerli kabul edilebilir.

Bu yönüyle muvazaa, yalnızca bir işlem tipi değil, hukuki geçerlilik analizinin en kritik sınav noktalarından biri haline gelir.

Taraflar ve Üçüncü Kişiler Üzerindeki Etkiler

Muvazaa durumlarında tarafların birbirine karşı ileri sürebileceği iddialar sınırlıdır. Çünkü taraflar, birlikte aldıkları kararın sonuçlarına katlanmak zorundadır. Ne var ki, olaydan habersiz üçüncü kişiler bu görünüşe güvenmişse, hukuk onların korunmasını öncelikli hale getirir.

Örneğin; bir satış sözleşmesinin aslında bağış olduğu sonradan ortaya çıksa bile, bu sözleşmeye güvenerek işlem yapan üçüncü kişi iyiniyetli kabul edilir ve korunur. Ancak muvazaa aldatma amacı taşıyorsa ve bu durum ispat edilebiliyorsa, üçüncü kişiler de işlem geçersizliğinden etkilenebilir.

Bu noktada en çok karşılaşılan sorun, tapu işlemleri üzerindedir. Tapuda gerçek değer gösterilmeyen işlemler ya da gerçekte yapılmayan satışlar, daha sonra hem taraflar hem de alacaklılar açısından ciddi uyuşmazlıklara yol açabilir.

Muvazaalı işlemlerin geçersizliği, tarafların niyetinden bağımsız olarak, hukukun kamu düzenini koruma refleksiyle doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle hâkim, işlem geçersizliğini değerlendirirken yalnızca şekil şartlarına değil, olayın mantığına, iç tutarlılığına ve hayatın olağan akışına da dikkat eder.

Muvazaalı Sözleşmelere Karşı Hukuki Korunma Yolları

Muvazaalı bir işlemle karşılaşan kişi ya da kurumların elinde, bu görünüşü yıkmak ve gerçek iradeyi ortaya çıkarmak için hukuki mekanizmalar mevcuttur. Ancak bu mücadele yalnızca bir iddiayla değil; delil, zamanlama ve hukuki taktikle birlikte yürütülmelidir. Zira muvazaa, hem derinlikli bir ispat süreci, hem de iyi hazırlanmış bir dava stratejisi gerektirir.

İptal Davası mı, Tespit Davası mı?

Muvazaaya karşı başvurulabilecek ilk yollardan biri, tespit davasıdır. Özellikle işlem yok sayılmak isteniyorsa, bu davayla işlemdeki görünüşün gerçeği yansıtmadığı mahkemeye sunulur. Tam muvazaa varsa, görünürdeki işlem için iptal davasına gerek kalmadan hükümsüzlük kararı tespit yoluyla alınabilir.

Nispi muvazaa durumlarında ise gizli işlemin geçersizliği iddia ediliyorsa, iptal davası açılması gerekebilir. Bu, genellikle şekil şartlarına uymayan bir gizli sözleşmenin geçersizliğine yönelik olur.

İspat Araçları ve Delil Rejimi

Muvazaa iddialarının en zayıf noktası, genellikle ispat güçlüğüdür. Taraflar aralarında gizli bir anlaşma yaptıkları için, bu anlaşma çoğunlukla yazılı belgelerle desteklenmemiştir. Hâliyle, muvazaa iddiası çoğu zaman tanık beyanları, eylem biçimleri ve dolaylı kanıtlarla ispatlanmaya çalışılır.

Türk Medeni Kanunu’nun ve Türk Borçlar Kanunu’nun delil sistematiği içinde, muvazaa iddiasında bulunan kişi bu durumu ispatla yükümlüdür. Ancak uygulamada hâkimler, özellikle hayatın olağan akışına aykırı işlem biçimlerinde muvazaa ihtimalini daha yakından değerlendirir.

Uzman Görüşü: Prof. Dr. Fikret Eren Ne Diyor?

Bu noktada muvazaa davalarına dair önemli tespitlerden biri de Prof. Dr. Fikret Eren'e aittir. Eren, muvazaa davalarında ispat sorumluluğunu şöyle değerlendirir:

“Muvazaa iddiası, çoğu zaman maddi gerçek ile hukuki görünüş arasındaki uçurumu ortaya koyar. Bu uçurum, sadece belgelerle değil, olayın iç örgüsünü çözümlemekle kapatılabilir.”

Bu yaklaşım, yargılamada yalnızca yazılı evraka değil, davranış kalıplarına, hayat deneyimine ve ticari teamüllere de bakılması gerektiğini vurgular. Hâkimler, bu tür davalarda yalnızca sözleşme metnini değil, tarafların ekonomik durumu, işlemden sonraki hareket tarzları gibi unsurları da değerlendirir.

Uygulamada muvazaa iddiasının kabul edilmesi, işlem geçersizliğine yol açar ve çoğu zaman taşınmazların iadesi, tapunun iptali veya tazminat talepleriyle sonuçlanır. Bu nedenle davanın sonucu yalnızca soyut bir tespit değil, ekonomik ve hukuki açıdan da son derece etkili olabilir.

Yargıtay Kararlarında Muvazaa Kriterleri

Muvazaa davalarında verilen kararların yönünü büyük ölçüde Yargıtay’ın içtihatları belirler. Çünkü muvazaa, her olayda farklı şekillerde karşımıza çıkan bir hukuki hiledir ve standart bir formül ile değerlendirilmesi çoğu zaman mümkün değildir. Bu nedenle yüksek mahkeme, somut olayın koşullarına göre bir dizi ölçüt ve değerlendirme çerçevesi geliştirmiştir.

Yargıtay’ın Öne Çıkardığı Ölçütler

Yargıtay, özellikle taşınmaz satışlarında görünürdeki sözleşmenin gerçekte bağış olup olmadığını incelerken aşağıdaki kriterleri dikkate alır:

  • Taraflar arasındaki akrabalık bağı

  • Bedelin ödenip ödenmediği ve ödeme şekli

  • Satış bedelinin rayiç değerle uyumsuzluğu

  • Satıştan sonra mülkiyeti devralanın taşınmazı nasıl kullandığı

  • Satıcının taşınmaz üzerindeki fiili tasarruflarına devam edip etmediği

Bu ölçütler, işlemin görünüşünün gerçek durumu ne ölçüde yansıttığını anlamak için kullanılır. Örneğin, tapuda satış yapılmış ancak taşınmazı hala eski malik kullanıyorsa ve ortada herhangi bir ödeme izi yoksa, Yargıtay bu durumda muvazaa ihtimalini güçlü görür.

Örnek Karar: 1. Hukuk Dairesi’nin Değerlendirmesi

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi'nin sıkça atıf yapılan bir kararında, anne ile oğul arasında yapılan taşınmaz satışı muvazaa olarak değerlendirilmiştir. Kararda şu hususlara yer verilmiştir:

“Taraflar arasında bedel alışverişi olmamış, satış bedeli tapuda emlak beyan değeri üzerinden gösterilmiş, fiilen kullanım eski malik tarafından sürdürülmüştür. Bu durum, satışın gerçekte bir bağış niteliği taşıdığını ve tapudaki işlemin muvazaalı olduğunu göstermektedir.”

Bu karar, Yargıtay’ın yalnızca sözleşme metnine değil, işlemin arka planındaki sosyal ve ekonomik ilişkiye de yoğun biçimde odaklandığını ortaya koymaktadır.

Sınırda Kalan Durumlar

Her şüpheli işlem muvazaa değildir. Yargıtay bazı davalarda, tarafların ekonomik ilişkileri gereği düşük bedelli satış yapabileceğini veya fiilen taşınmazı birlikte kullanmalarının doğal karşılanabileceğini belirtmiştir. Bu noktada, muvazaa ile gönüllü feragat, aile içi destek veya ticari pragmatizm arasındaki farkın titizlikle ayırt edilmesi gerekir.

Mahkemeler için en belirleyici unsur, işlemin mantık, zamanlama ve davranış örüntüsü açısından samimi ve tutarlı olup olmadığıdır. Bu nedenle muvazaa iddiasının varlığı, yalnızca teknik detaylarla değil, olayın tümüne bakılarak ortaya konmalıdır.

Tapu İptali ve Tescil Davalarında Muvazaa

Taşınmaz devri söz konusu olduğunda, muvazaa en sık rastlanan ihtilaf sebeplerinden biridir. Çünkü bir taşınmazın satış, bağış veya intikal gibi işlemleri, yalnızca tarafları değil; çoğu zaman alacaklıları, mirasçıları ve kamu düzenini ilgilendirir.

Görünüşte Satış, Gerçekte Mal Kaçırma

Uygulamada sıkça görülen senaryo şöyledir: Borçlu, mallarını hacizden kurtarmak için bir yakınına tapulu taşınmazını devreder. İşlem tapuda "satış" olarak görünür. Ancak ortada gerçek bir ödeme yoktur ve mal, devredene bırakılır.

Bu tür işlemlerle karşılaşıldığında, alacaklılar ya da mirasçılar, taşınmazın gerçekte hâlâ borçluya ait olduğunu ileri sürerek tapu iptali ve tescil davası açabilir.

Muvazaa İddiasında Ne Amaçlanır?

Bu davalarda amaç, görünüşteki işlemin gerçeği yansıtmadığını ispatlamak ve tapu kaydını hukuken düzeltmektir. Eğer muvazaa ispatlanırsa, işlem yok hükmünde sayılır ve tapunun iptali ile taşınmazın eski malik adına tesciline karar verilir.

Ancak yalnızca şüphe yeterli değildir. Mahkeme, tarafların iradesine, satışın koşullarına ve davranışlarına bakar. Satış bedelinin ödenmemesi, taşınmazın devreden tarafından kullanılmaya devam edilmesi, aradaki yakın ilişki gibi unsurlar, muvazaa tespiti için ciddi ipuçlarıdır.

İspat Güçlüğü ve Bilirkişi İncelemesi

Muvazaa davalarında delil toplama süreci titizlik gerektirir. Tanık anlatımları önemlidir, ancak tek başına yeterli görülmeyebilir. Mahkeme çoğu zaman bilirkişi raporlarına, piyasa değeri tespitlerine ve tarafların ekonomik durum analizine başvurur.

Bu nedenle dava açmadan önce işlemle ilgili tüm belgelerin, özellikle para transferlerine ilişkin kayıtların dikkatle incelenmesi gerekir. Aksi halde dava, delil yetersizliğinden reddedilebilir.

Tapu iptali ve tescil davaları, sadece mülkiyetle ilgili değildir. Aynı zamanda hukuki görünüş ile maddi gerçek arasındaki gerilimi çözme çabasıdır. Bu nedenle muvazaa iddiası, yalnızca şeklen değil, içerik yönünden de titizlikle ele alınmalıdır.

Muvazaa ile Karıştırılan Hukuki Kavramlar

Hukuki işlemlerde taraflar arasında ortaya çıkan irade sorunları, çoğu zaman farklı isimlerle tanımlanır. Bu noktada muvazaa, diğer irade bozukluklarıyla karıştırılabilen bir yapıya sahiptir. Özellikle hile, gabin, hata ve sözde işlem gibi kavramlarla arasındaki farkı doğru anlamak, hem dava açarken hem de savunma yaparken belirleyicidir.

Hile ile Muvazaa Arasındaki Fark

Hilede, bir taraf diğerini bilerek yanıltır, yani karşı tarafın iradesini sakatlamak için eylemde bulunur. Muvazaada ise iki taraf birlikte hareket ederek üçüncü kişiyi yanıltmayı hedefler. Aradaki temel fark şudur:

  • Hile: Tek taraflı aldatma, karşı tarafın kandırılması.

  • Muvazaa: Taraflar arası danışıklılık, üçüncü kişinin aldatılması.

Bu nedenle hileye dayalı bir işlem, iptal edilebilir nitelikteyken; muvazaa, çoğunlukla baştan itibaren geçersiz kabul edilir.

Gabin (Aşırı Yararlanma) ile Karıştırma

Gabin, taraflardan birinin zorda kalmasından, tecrübesizliğinden ya da bilgisizliğinden yararlanılarak, açıkça dengesiz bir sözleşme kurulmasıdır. Bu tür sözleşmelerde dış görünüş geçerlidir; ancak içerik, adalet duygusunu sarsacak ölçüde dengesiz olduğunda iptal edilebilir.

Muvazaada ise görünüşün kendisi aldatmacadır. Gabin ile muvazaa arasındaki ayrım, işlemin “ne olduğu” değil, ne gibi bir irade ilişkisine dayandığıyla ilgilidir.

Hata Kavramı ve Muvazaa

Hukuki işlemlerde hata, tarafın yaptığı beyanla aslında kastettiği şey arasında fark olmasıdır. Örneğin kişi, sözleşmenin konusunu yanlış anlamış olabilir. Hata halinde irade sakatlanmıştır; ancak muvazaada taraflar, zaten iradelerini gizlemek amacıyla hareket etmektedir.

Hata, kişinin iyi niyetle yanılmasıdır. Muvazaa ise kasıtlı bir irade çarpıtmasıdır. Bu fark, hem hukuki sonuçlar hem de dava süreçleri açısından büyük önem taşır.

Görünüşte İşlem (Sözde İşlem) ve Muvazaa

Görünüşte işlem, tarafların irade beyanının hukuki sonuç doğurmaması amacıyla yapılmasıdır. Bu anlamda görünüşte işlem, muvazaaya yakın bir yapı taşısa da, mutlaka üçüncü kişiyi yanıltma amacı taşımaz.

Muvazaada amaç çoğu zaman bir başkasını etkilemektir. Görünüşte işlem ise daha çok şekil şartlarını yerine getirmek ya da ileride kullanılmak üzere “göstermelik” bir işlem kurmaktır.

Muvazaa Halinde Üçüncü Kişilerin Korunması

Hukuki işlem yalnızca taraflar arasında değil, çoğu zaman üçüncü kişilerle doğrudan veya dolaylı ilişkili sonuçlar doğurur. Bu nedenle muvazaa gibi aldatma içeren işlemlerde, üçüncü kişilerin haklarının nasıl korunacağı en hassas konulardan biridir.

İyiniyetli Üçüncü Kişiler

Hukuk sistemimizde iyiniyet korunur. Eğer üçüncü kişi, işlemde bir muvazaa olduğunu bilmeden hareket etmişse, genellikle hukuki korumadan yararlanır. Özellikle taşınmaz alımında, tapu kaydına güvenen alıcılar bu kapsamda değerlendirilir.

Ancak burada sınır, bilgi ve kanaat düzeyindedir. Kişi işlemdeki çelişkileri fark edebilecek durumdaysa ya da muvazaanın varlığını biliyorsa, iyiniyet iddiası geçerli olmayabilir.

Alacaklıların Durumu

Muvazaa en çok alacaklıları mağdur edebilir. Borçlu, malvarlığını görünüşte devrederek haczi engellemeye çalışırsa, alacaklı bu işlemin muvazaalı olduğunu öne sürerek dava açabilir. Bu tür davalar, genellikle tasarrufun iptali davalarıyla birlikte yürütülür.

Yargı bu tür uyuşmazlıklarda, borçlunun niyetini, işlem zamanlamasını ve karşılıklı çıkar dengesini dikkate alır. Eğer işlem, borcun doğumundan hemen sonra yapılmış ve karşılıksızsa, muvazaa ihtimali ciddi şekilde değerlendirilir.

Hukuki Görünüşün Ardındaki Gerçeği Aramak: Muvazaanın Önemi

Muvazaa, hukuk sisteminin yalnızca kurallarla değil, niyetle, güvenle ve toplumsal dengeyle ilgilendiğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Her sözleşme bir belgeden ibaret değildir; arkasında yatan amaç, davranış biçimi ve zamanlama da en az o metin kadar anlam taşır.

Türk Borçlar Kanunu m.19, bu ilkeyi sistematikleştirerek yalnızca bireylerin değil, üçüncü kişilerin ve kamu düzeninin de korunmasını hedefler. Görünüşe aldanmayan bir hukuk sistemi, adaletin tesisinde her zaman bir adım öndedir.

Muvazaa yalnızca teknik bir ihlal değil; hukuk düzeninin samimiyet sınavıdır. Bu nedenle her işlem, şekle uygun olup olmadığı kadar samimi, dengeli ve gerçeğe sadık olup olmadığı açısından da değerlendirilmelidir.

Kaynakça

Türk Borçlar Kanunu (TBK), 6098 sayılı Kanun
Resmî Gazete Tarihi: 04.02.2011 Resmî Gazete Sayısı: 27836

Kılıçoğlu, Ahmet M. (2020). Borçlar Hukuku Genel Hükümler. 25. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi.

Eren, Fikret (2023). Borçlar Hukuku Genel Hükümler. 27. Baskı, Ankara: Yetkin Yayınları.

Dural, Mustafa / Öğüz, Tufan / Gümüş, A. (2022). Türk Özel Hukuku Cilt 2 – Borçlar Hukuku Genel Hükümler. 16. Baskı, İstanbul: Filiz Kitabevi.