İstanbul Sözleşmesi, resmi adıyla "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi", 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmış uluslararası bir insan hakları sözleşmesidir.
Sözleşme, kadınlara yönelik her türlü şiddeti önlemeyi, mağdurları korumayı ve failleri cezalandırmayı amaçlar. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve aile içi şiddetin tüm biçimlerinin engellenmesi konusunda devletlere hukuki ve kurumsal yükümlülükler getirir.
İstanbul’da imzaya açıldığı için bu isimle anılan sözleşme, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanmıştır ve hem Avrupa ülkeleri hem de Avrupa Konseyi’ne üye olmayan devletler tarafından da imzalanabilmektedir. Sözleşme, kadına yönelik şiddeti yalnızca bireysel bir suç değil, sistematik bir insan hakları ihlali olarak tanımlar.
İstanbul Sözleşmesi, yalnızca fiziksel şiddeti değil, psikolojik, ekonomik, cinsel ve dijital şiddeti de tanımlar ve bunların tümüyle mücadeleyi hedefler. Metin, şiddeti doğuran yapısal sorunların (örneğin cinsiyet eşitsizliği, ayrımcılık, kültürel normlar) ortadan kaldırılması gerektiğini açıkça belirtir.
Sözleşmenin dört temel ilkesi şu şekilde özetlenebilir:
Şiddetin önlenmesi
Mağdurların korunması
Failin cezalandırılması
Toplumsal dönüşüm ve politika geliştirme
Bu dört ilke, devletlerin yalnızca hukuki değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve eğitimsel alanlarda da reform yapmalarını zorunlu kılar.
İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddeti ilk kez uluslararası hukukta çok net tanımlayan bir metindir. Özellikle cinsel şiddet, zorla evlendirme, taciz, izleme (stalking), kadın sünneti gibi farklı şiddet biçimlerini kapsayan geniş bir çerçeve sunar.
Ayrıca "toplumsal cinsiyet" kavramı da sözleşmede açık şekilde yer alır. Cinsiyet temelli ayrımcılıkların şiddeti körüklediği tespiti üzerinden, sözleşme yalnızca fiziksel müdahale değil, zihinsel yapıları da hedef alır. Bu yönüyle İstanbul Sözleşmesi, sadece ceza hukuku değil, aynı zamanda toplumsal yapı ve kültürel normlara ilişkin dönüşüm hedefi taşır.
İstanbul Sözleşmesi’nin en dikkat çekici özelliklerinden biri, Türkiye’nin bu sözleşmeye ilk imza atan ve onaylayan ülke olmasıdır. Türkiye, 11 Mayıs 2011 tarihinde sözleşmeyi imzalamış ve 2012 yılında yürürlüğe sokmuştur. 6284 sayılı "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun" da bu sözleşmenin uygulama ayağını oluşturmuştur.
Ancak 20 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini ilan etmiştir. Bu karar, hem yurt içinde hem de uluslararası kamuoyunda yoğun tartışmalara ve hukuki değerlendirmelere neden olmuştur.
Sözleşme, uygulandığı birçok ülkede kadın hakları savunucuları tarafından bir dönüm noktası olarak değerlendirilse de, bazı çevrelerden ciddi eleştiriler de almıştır. Eleştirilerin odaklandığı noktalar genellikle şu başlıklarda toplanır:
Toplumsal cinsiyet kavramının aile yapısını zedelediği iddiası
LGBT+ bireylerin haklarının korunmasının "geleneksel değerlere" zarar verdiği görüşü
Erkeklere karşı ayrımcılık yapıldığı algısı
Ulusal egemenliğe aykırı olduğu yönündeki değerlendirmeler
Bu eleştiriler, özellikle muhafazakâr ve milliyetçi çevrelerde yoğunlaşmakta ve sözleşmenin aile yapısını bozduğu yönünde bir argüman ileri sürülmektedir. Ancak sözleşme metni incelendiğinde, aile yapısını değil, aile içindeki şiddeti hedef aldığı açıkça görülmektedir.
İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkeden 45’i tarafından imzalanmış ve büyük çoğunluğu tarafından onaylanmıştır. 2023 itibarıyla Polonya ve Macaristan gibi bazı ülkelerde de sözleşmeye yönelik politik tartışmalar sürmektedir. Ancak sözleşmenin getirdiği yükümlülükler, uluslararası hukuki belgeler arasında en kapsamlı şiddet karşıtı koruma mekanizmalarından biri olarak kabul edilmektedir.
GREVIO (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu), sözleşmeye taraf ülkelerde uygulamaların nasıl yürütüldüğünü izleyen ve değerlendiren bağımsız bir organdır. Bu yapı sayesinde sözleşme, yalnızca sembolik değil, denetlenebilir bir bağlayıcılığa sahiptir.
İstanbul Sözleşmesi, kadın hakları mücadelesinin önemli araçlarından biri haline gelmiştir. Sivil toplum kuruluşları, kadın örgütleri ve bağımsız hukukçular, sözleşmenin uygulanması için uzun yıllardır aktif bir mücadele yürütmektedir. Özellikle Türkiye’de sözleşmeden çıkış süreci, geniş çaplı sokak gösterilerine, sosyal medya kampanyalarına ve hukuki başvurulara yol açmıştır.
Sözleşme, sadece kadına yönelik fiziksel şiddeti değil, psikolojik ve ekonomik şiddeti de tanıması, toplumsal farkındalığı artırması ve mağdur merkezli yaklaşımıyla da kadın hareketinin taleplerine karşılık veren bir belge olarak değerlendirilmektedir.
6284 sayılı kanun, İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye iç hukukuna yansımasıdır. Bu kanun, şiddete uğrayan veya uğrama tehlikesi taşıyan kadınlara yönelik koruma tedbirleri sunar. Özellikle uzaklaştırma kararları, sığınma evleri, geçici maddi yardım ve gizlilik talepleri gibi düzenlemeler bu kanun kapsamında yürürlüğe girmiştir.
Sözleşmeden çıkılmış olması, 6284 sayılı kanunun yürürlükten kalktığı anlamına gelmemektedir. Ancak kadın hakları savunucuları, sözleşmeden çıkışın bu yasal düzenlemelerin uygulanabilirliğini ve politik arkasını zayıflattığını savunmaktadır.
Uluslararası hukukta bir sözleşmeden çekilmek, o ülkenin ileride yeniden sözleşmeye taraf olmasını engellemez. Bu nedenle Türkiye’nin ileride siyasi irade göstererek sözleşmeye yeniden katılması hukuken mümkündür. Bu olasılık, özellikle kadın hareketinin ve insan hakları savunucularının gündeminde sıkça yer bulur.
Ancak yeniden katılımın sadece imza atmakla değil, aynı zamanda sözleşmenin yükümlülüklerini yerine getirmekle anlam kazanacağı unutulmamalıdır. Hukuki altyapının güçlendirilmesi, şiddetle mücadele politikalarının geliştirilmesi ve toplumsal farkındalık oluşturulması bu sürecin tamamlayıcı parçalarıdır.
İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetle mücadelenin en kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası belgelerinden biridir. Yalnızca hukuki bir metin değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümü hedefleyen çok katmanlı bir yaklaşımı temsil eder.
Kadınların yaşam hakkını, güvenliğini ve eşitliğini savunmayı amaçlayan bu sözleşme, uygulandığı ülkelerde hem politika hem hukuk hem de sivil toplum düzeyinde önemli etkiler yaratmıştır. Türkiye’nin sözleşmeden çekilmiş olması bu etkilerin sonlandığı anlamına gelmese de, hukuki ve toplumsal düzeyde ciddi tartışmalar doğurmuştur.
İstanbul Sözleşmesi, gelecekte kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde referans olmaya devam edecek güçlü bir belge olarak yerini koruyacaktır.
İlgili diğer içerikler
Apostil, bir belgenin yurt dışında da geçerli olabilmesi için yapılan resmi onay işlemidir. Bu işlem, 5 Ekim 1961 tarihinde Lahey Konferansı tarafından hazırlanan "Yabancı Resmî Belgelerin Tasdiki Mecburiyetinin Kaldırılması Sözleşmesi" (kısaca Lahey Apostil Konvansiyonu) çerçevesinde yürütülmektedir. Apostil, ilgili ülkenin yetkili kurumu tarafından verilen ve belgenin gerçekliğini, imzanın doğruluğunu ve mührün geçerliliğini onaylayan bir tasdik şerhidir. Bu sayede belge, başka bir ülkenin resmî makamları tarafından da geçerli kabul edilir.
İstinaf, bir mahkeme kararının yeniden incelenmesini talep etme hakkıdır. Daha açık bir ifadeyle, bir mahkemenin verdiği kararın hem hukuka hem de usule uygun olup olmadığını üst derecedeki başka bir mahkemeye taşıma işlemidir. İstinaf yoluna başvurmak, verilen kararın kesinleşmesini engelleyerek bir üst yargı organında tekrar değerlendirilmesini sağlar. Bu, hem taraflara daha adil bir yargılama şansı tanır hem de yargılamadaki hataların düzeltilmesine imkân verir.
İstismar kelimesi, en genel anlamıyla bir kişinin, kurumun ya da durumun kötüye kullanılması, suistimal edilmesi anlamına gelir. Bu suistimal fiziksel, duygusal, ekonomik ya da cinsel olabilir. İstismar, bireylerin haklarını, güvenliğini ve kişilik bütünlüğünü ihlal eden davranışların genel adıdır. Kavram olarak oldukça geniş bir kapsama sahiptir ve yalnızca bireyler arası ilişkilerde değil, kurumsal, toplumsal ve hatta siyasal düzeyde de karşımıza çıkar.
Mükellef, vergi hukukunda ya da genel yükümlülük ilişkilerinde, belirli bir görevi veya sorumluluğu yerine getirmekle yükümlü olan kişiyi tanımlayan bir kavramdır. En yaygın kullanım alanı, vergi sisteminde yer alır. Bir kişi ya da kurum, belirli bir vergi türüyle ilişkilendirildiğinde ve bu vergiyi ödeme yükümlülüğü altına girdiğinde mükellef olarak adlandırılır. Ancak bu kelime sadece vergi ile sınırlı değildir; hukuki veya ahlaki anlamda yükümlülüğü olan kişi için de kullanılabilir.
Hukukun koruyucu kanatları altında, bazen sessiz fısıltılarla başlayan bir arayış, adaletin tecellisinde büyük bir güce dönüşür. Bu gücün en önemli taşıyıcılarından biri de müştekidir. Çoğu zaman hukuki metinlerde karşımıza çıkan bu kelime, aslında bir mağduriyetin, bir haksızlığın giderilmesi için atılan ilk ve en cesur adımı temsil eder. Peki, müşteki tam olarak kimdir? Hukuk sistemimizde ne anlama gelir, hakları ve sorumlulukları nelerdir? Bu makalede, müşteki kavramını sadece yasal bir terim olmaktan çıkarıp, adalet arayışındaki her bireyin içselleştirebileceği bir "hak mücadelesi" olarak ele alacağız. Bir suçun mağduru olmakla başlayan bu yolculukta, müştekinin sesinin nasıl bir yargı sürecini şekillendirdiğini derinlemesine inceleyeceğiz.
Muvafakatname, bir kişinin, başka bir kişi ya da kurum tarafından kendisiyle ilgili bir işlemin gerçekleştirilmesine açık rızasını yazılı olarak beyan ettiği resmi belgedir. Bu belge, kişi hak ve özgürlüklerinin korunması açısından büyük önem taşır. Hukuken geçerli bir muvafakatname, taraflar arasında hak doğurucu ya da sınırlayıcı etkiler oluşturabilir. Genel anlamda muvafakatname, bir işlem yapılmadan önce ilgili kişinin iznini belgelemek için düzenlenir. Özellikle velayet, tapu işlemleri, seyahat izinleri, sağlık uygulamaları, eğitim ve iş hayatında sıkça karşılaşılan belgelerden biridir.
Tüzel kişi, insan olmayan ama hukuken kişi gibi kabul edilen, kendi hak ve yükümlülükleri olan kurum ve yapıları tanımlayan bir kavramdır. Gerçek kişiler yani bireyler gibi doğmazlar, ancak hukuki olarak kurulur ve tüzel kişilik kazandıkları andan itibaren mal alabilir, borçlanabilir, sözleşme yapabilir, dava açabilir ya da davalı olabilirler. Şirketler, dernekler, vakıflar, belediyeler, sendikalar ve bazı devlet kurumları tüzel kişi örnekleridir. Her tüzel kişinin amacı, yapısı ve faaliyeti farklı olabilir ancak hepsi hukuki anlamda bağımsız bir kimliğe sahiptir.
Vasi, Arapça kökenli bir kelimedir ve Türkçeye “koruyucu, gözetici, yönetici” anlamlarıyla geçmiştir. Hukuki anlamda vasi, fiil ehliyeti kısıtlanmış ya da tamamen kaldırılmış kişilerin, yani küçüklerin, zihinsel engellilerin veya bazı özel durumdaki kişilerin haklarını ve menfaatlerini korumak amacıyla mahkeme kararıyla atanan kişidir. Bu kişiler adına malvarlığı yönetimi, sözleşme yapma, dava açma gibi yetkileri üstlenir.
Popüler içerikler
“Aleyhine” kelimesi, Türkçede genellikle bir kişinin, kurumun veya görüşün zararına, karşısına veya çıkarlarına ters olacak şekilde gelişen durumları ifade etmek için kullanılır. Bu kelime bir zıtlık, karşıtlık ya da olumsuz sonuç bildirir. Anlam bakımından "aleyhinde" kelimesiyle eşanlamlıdır ve özellikle hukuki, toplumsal ve gündelik dilde yaygın bir şekilde yer bulur.
Bürokrasi, kelime anlamı olarak "büro" (ofis) ve "krasi" (yönetim) sözcüklerinin birleşiminden oluşur ve en genel anlamıyla bir devletin veya büyük bir organizasyonun idari yapısını ifade eder. Bu yapı, işlerin belirli kurallar, hiyerarşik düzenlemeler ve yazılı belgeler aracılığıyla yürütülmesini sağlar. Bürokrasi, kamu kurumları başta olmak üzere, büyük ölçekli özel şirketlerden üniversitelere kadar geniş bir alanda karşımıza çıkar. Amaç; düzen, verimlilik, eşitlik ve hesap verebilirlik sağlamak olsa da, aşırıya kaçtığında hantallık, kırtasiyecilik ve halkla arasına mesafe koyma gibi sorunlara da yol açabilir.
Her ülke, sınırları içinde kimlerin kalıp kimlerin kalamayacağına kendi yasaları çerçevesinde karar verir. Bu çerçevede verilen en net kararlardan biri de, “deport” yani sınır dışı etme işlemidir. Deport, bir yabancı uyruklu kişinin ülke topraklarını terk etmesi gerektiğini ifade eder. Bu karar, genellikle kamu düzenini tehdit eden, vize ya da oturum süresini ihlal eden veya yasa dışı yollarla ülkeye giriş yapan kişilere karşı uygulanır. Türkiye’de bu sürece dair düzenlemeler, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile belirlenmiştir. Her ne kadar hukuki bir terim gibi görünse de deport kararı, çoğu zaman bir insanın yaşantısını kökten değiştiren bir karardır. Gidilmek istenmeyen bir ülkeye dönüş, kurulmuş bir yaşamın yarıda kesilmesi veya yalnızca yabancı olmakla suçlanmak gibi ağır sonuçları olabilir. Her sınır dışı kararı aynı gerekçeye dayanmaz. Kimisi bir oturum izni yenilemeyi unuttuğu için, kimisi kamu düzenini tehdit ettiği öne sürülerek, kimisi ise belge eksikliği nedeniyle bu sürece dahil olur. Ancak ortak nokta şudur: Deport kararı, idarenin yabancı kişiye artık bu topraklarda kalamayacağını resmi olarak bildirmesidir.
Depozito, günlük hayatta özellikle kira ilişkilerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir terimdir. Ancak sadece kiracılıkta değil, araç kiralamadan otel rezervasyonlarına, abonelik sistemlerinden ticari anlaşmalara kadar geniş bir yelpazede kullanılır. Peki, depozito nedir ve neden bu kadar önemlidir? En yalın hâliyle depozito; bir mal veya hizmetin kullanımına başlamadan önce, oluşabilecek zarar, eksiklik ya da sorumlulukların teminatı olarak verilen güvence bedelidir. Kiracılık ilişkilerinde ise bu bedel, kiracının taşınmazda zarar oluşturması ya da kira borcunu ödememesi durumunda ev sahibi tarafından kullanılmak üzere alınır.